Monday, 5 April 2010

iki okuma: zukin, lyon...


Zukin’in ardından
Zukin, makalesinde kent yaşantısında son 30 yılda yaşanan büyük değişime değinirken bunun en önemli ve dikkat çekici sonuçlarından birisi olarak da artık kentlerin üretim değil "tüketim" merkezleri halini almalarını göstermektedir. Kenti yeniden şekillendiren ekonomik ve politik anlayış da belirgin biçimde bu değişimden etkilenmiştir. Artık kentsel tüketim mekanlarının oluşumu yeni oluşan kent ekonomisinin stratejisi olmuştur. Kültür ise, kentsel tüketimin en önemli parçalarından biri haline gelmiştir. Sonuçta özellikle tarihi kent merkezlerinde, geleneksel kaygılarından uzak, "standartlaşmış" tüketim mekanlarının ve kentsel tüketim öğesi olarak kültürün görsel bir öğe olarak sunulduğu müze, parklar gibi kamusal alanların yaratılması cesaretlendirilmiştir. Fakat kamusal alan yaratılmasında bu kadar hevesli olan kent yöneticileri, aynı zamanda "kamu yararı"nı da gözetmekte midir? Nitekim, bu ekonomik anlayışın, "estetik" kaygılarla kent merkezlerini sadece "görsel tüketim mekanları" gibi görüşü, kamu kurumlarının yapımını da geri plana itmesine neden olmuştur. Okul, kütüphane gibi kamunun temel gereksinimleri olduğu aşikar olan bu mekanların yaratıl(a)maması günümüz kent anlayışı ve yaşantısının belki de en büyük sorunlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Esas olan kamunun yararı/ihtiyacı değil, yeni kent ekonomisini besleyen turistlerin ihtiyacıdır. Bu durumunda kente kimliğini veren tüketilen kültürün birer parçası olan kentli de yaşadığı kentte, artık sadece kamusal mekanlarda tüketilen bir öğeye dönüşmüş olmuyor mudur?



Göçmen kuşlar için mi, tüketmek için mi üretmek?
Post endüstriyel ekonomiyle bir taraftan kapitalist sömürünün organizasyon biçiminde değişme yaşanıyor, diğer taraftan iktidar ve güç dengeleri tarafından geliştirilen stratejiler tüketime yeni anlamlar kazandırıyor. Tüketicinin gerçek gereksinimlerine bağlı olmadan üretilen yeni tüketim nesnelerine yüklenen ve tüketmeyi meşrulaştıran anlamlar/semboller, tüketicinin sürekli farklılaşan taleplerine bir alternatif oluyor. Tüketici tercihleri ise kendisine sunulan alternatifler doğrultusunda ayrışıyor/ farklılaşıyor ve kimlik oluşumunda bir unsur haline geliyor. Ürünlerin sembol değeri, sosyal pozisyon savaşında bireylerin kendilerini ifade etme biçimiyle eşleşiyor. Böylece, tüketici kim olduğuyla ilgili zaten içinde var olan duygularını dışa vurmak için ya lüks tüketim nesnelerine yöneliyor ya da bunun aksine satın aldığı bu nesneler aracılığıyla kimliklerini inşa ediyor. Satın alma ihtiyacın bir sonucu olmaktan öte sembol/gösterge biçimine haline dönüşüyor.

Sarah Lyon.un da aktardığı bunun bir ABD örneği. Shade grown coffee’yi tercih etmek, göçmen kuşların habitatını korumakla ilişkilendiriyor, kahveye yüklenen anlam onu satın almayı meşrulaştırıyor. Lüks tüketim nesnesi olarak piyasaya sürülen bu ürün ayrışan ve farklılaşan tüketici zevklerine bir tercih olarak sunuluyor. Ancak senaryonun bir tarafı ekosistemin sürdürülebilirliği, koruma gibi masum niyetler taşırken, öteki tarafı kapitalizmin süregelen sömürme yaklaşımını küresel boyutta devam ettiriyor, küçük iş gücünü sömürüyor. Bu durumda satın alma stratejisi olarak öne sürülen shade grown coffee, göçmen kuşların habitatını mı korunuyor? Tüketici bu kahveyi alarak göçmen kuşları, doğal kaynakları, biyo-çeşitliliği, toprağı mı koruyor yoksa lüks tüketim mallarına artan talep karşılığında geliştirilen stratejiler temel mantığından vazgeçmeden en güçsüz kesimi –küçük üreticiyi- mi sömürüyor? Öteki taraftan, medya bu süreçte nasıl rol oynuyor, güç ve iktidar ilişkileri arasında nerede konumlanıyor?




No comments:

Post a Comment