MTS 612 MİMARLIK ÜZERİNE PARADİGMALAR İTÜ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ, Mimari Tasarım Doktora Programı 2003'de İpek AKPINAR ve Semra Aydınlı tarafından kurgulanan ders, 2009-2010 bahar yarıyılında y.doç.dr. İpek Akpınar tarafından yürütülmektedir. Beşeri bilimlerin (kentsel coğrafya, kültürel antropoloji, kent sosyolojisi vb) yaklaşımları ve güncel tartışmaları kapsamında günümüz kent-mimarlık ilişkilerini, deneyimlerini; bu ilişkilerdeki çelişki ve diyalektiği ele almaktadır.
Wednesday, 31 March 2010
Yolları Çatallanan Bahçe
Tuesday, 30 March 2010
Monday, 29 March 2010
Metinlere sorulan sorular, başlılşaron
Habermas
Habermas mimari dilde mevcut olan farklılaşmanın yetersiz olduğundan bahsediyor. Eğer ileri sürdüğü gibi, binaları kaplayan şirket logoları ve neon ışıklar bu yetersizliğin bir sonucuysa, acaba (kendinden kaçmak için tarihten ödünç alınan kimliklerle eşzamanlı çoklu kimlik kazanan) yeni tarihselcilik yaklaşımı da bu durumun ayrı bir bir sonuç mudur?
Jameson
Örnek verdiği üç kitapla ilgili, tarihi yorumlamaları, bunu açıkça söylemsel olarak yapmaları ve kendi başarısızlıklarından bahsetmeleri postmodern çağın ideolojisiz dünyasına bir tepki olabilir mi?
Mcleod
"Architecture's value no longer lay in its redemptive social power, its transformation of productive processes, but rather in its communicative power as a cultural object."
Muhafazakar kesimin azımsanmayacak bir kısmı (galiba her toplumda) kendini muhafazakar olarak görmüyor, denilebilir.
Bu iki cümle arasında bir ilişki var mı?
habermas, harvey, baudrillard...
Postmodern kentte, belirli olumlu özellikleri taşıyan bir mahal imajının yaratılması, seyirlik gösteri ve teatralliğin örgütlenmesi, üslupların, tarihsel alıntılamanın, süslemenin ve yüzeylerin çeşitlendirilmesinin eklektik bir karışımı aracılığıyla gerçekleştirilir.(Harvey, Postmodernliğin Durumu) Mimariyi bir iletişim biçimi ve kenti bir söylem olarak ele alan Harvey’den yola çıkarak bugünün İstanbulu nasıl bir söylem üretir? Mimari üslupları postmodern olmayan mimarlar, postmodern bir kentin yaratımına farkında olarak/olmayarak katkıda bulunabilir mi?
soja, habermas, jameson üzerinden bölünerek çoğalan sorular
Metropolis kavramının eleştirildiği, kentlerin kurtarılmaya, bölünmeye, düzenlenmeye, temizlenmeye çalışıldığı bir yüzyılın ardından, kent kavramı hala yerini bulmamış mıdır? Daha ne kadar "düzenleme" denemeleri yapılmalıdır? (Kimin düzeni? Neyin düzeni?)
Bizim şehir kavramımız "bir yaşam biçimi"ne bağlıysa, yaşam biçimlerinin sürekli değişim içinde olması, daha da önemlisi, değişim hızının teknolojik gelişmelerle birlikte fazlasıyla artması kentlerin bu yeni yaşam biçimlerine yetişmesini zorlaştırmış mıdır?
Bunun düzensiz(?) kentleşmedeki rolü nedir?
Bu değişme hızı artışının yanı sıra, kentteki her grubun aynı imkanlara sahip olamaması (dışlanması, dışlaması, vs.) nedeniyle aynı oranda değişim göstermemesi de düzensiz(?) kentleşmede ne kadar rol oynamaktadır?
Jameson'ın metnine dayanarak;
Tafuri'nin "kimse bir 'sınıf mimarisi' bekleyemez, mümkün olan mimariye bir sınıf eleştirisinin getirilmesidir" düşüncesi nasıl şekillenmiştir? Sınıfların mimari yapılaşmasını görememesinin sebebi ne olabilir? (İletişim teknolojilerinin azlığı mı, bunları görüş alanının dışında bırakan bir yaşam alanına sahip olması mı, yoksa bunları kabul etmek istememesi, kendine görmek istediği gibi bir dünya yaratmış olması mı?)
Postmetropolis'e dayanarak;
Metin boyunca üzerinde ısrarla durulan eşitsizlik, kutuplaşma, statü, katmanlaşma, heterojenleşme, çeşitlilik gibi kavramların hepsi "AYRI OLMA" durumunun aslında nasıl da her yerde olduğunu gösteriyor. Birey de artık kentte ve sosyal çevresinde ayrışmayı normal karşılayabiliyor. Ancak, durum böyleyken, bireyin hata yaptığında "ben de insanım" diyerek ortak noktaya atıfta bulunması, kendi gelir/meslek grubuna ait konut bölgelerini tercih ederek benzerleri ile yaşamaya çalışması, reklamlarda görülen yaşam/insan biçiminin gittikçe daha da benzer fiziksel özellikler kazanması, özetle "ayrı" olmak değil "bir" ya da "benzer" olmaya yönelik eylem ve imgeler bunun tersini mi ima ediyor? Aslında ayrılırken birleşmek, giderken dönmek mi istiyoruz? Ya da bu sadece bireyin tek başınalığa geçiş dönemi için ürettiği bir alışma taktiği mi?
3 okumanın kafa karışıklığı
Jameson
Harvey’in zaman mekan sıkışması sadece mekanın deneyimlenmesi noktasında mı sorunsallaşıyor, yoksa aynı zamanda teknolojinin gelişmesine ayak uyduran üretim biçimlerinin üretim sürecinin kısalmasına yol açması ile kentsel mekan üretimi ile kültürel üretim arasında yaşanan kopukluğun nedenlerinden biri mi? Bugünün artarak hızlanan üretim sürecinde kentsel/toplumsal paylaşım mekanlarının üretimi zamana yayılan bir üretim sürecine nasıl dahil olabilir?
Günümüzde geç/çok uluslu kapitalist sistemin desteklediği üretimin dışında herhangi bir kentsel/kültürel üretim nasıl mümkün olabilir? Kapitalizm, kendisine karşı olan her tür üretimi dışlamak yerine onu tersine çevirip, kendi sisteminin bir parçası haline getirebilme karakterine sahip bir ekonomik sistemi mi benimsiyor? Eğer öyleyse, kapitalizmin egemen ekonomik sistem olduğu bir dünyada mimari üretim nasıl/ne kadar kentin her yönden sürdürülebilir toplumsal paylaşım mekanlarını tasarlayabilir?
McLeod
Postmodern anlayışta kültür tarihsel bir yaklaşımla imgesel olarak tekrar tekrar pazarlanan bir meta mı? Dekonstrüktvizm/dekonstrüktvist mimari ürün, kültür üretiminin bir uzantısı mı yoksa onun dışında/ondan kopuk ama kültürün kendisi olmak mı istiyor? Zaha Hadid-Kartal örneği… ne kadar kentin ve kentlinin dinamiklerinden beslenerek ortaya çıkmış bir mimari üretim, yapıyı bozuma uğratırken kentsel ve toplumsal süreçlerden nasıl beslenmiş/besleniyor?
IKI KENTSEL MUHALİF UYKU[suz]da...
İTÜ Mimarlık Fakültesi Taşkışla Doktora Odası (Zemin kat, 134 Yanı)
30 Mart 2010 Salı, 18:00
http://uykusuztaskisla.blogspot.com/
Murat Yalçıntan
Radikal Plancı. Küreselleşme ve yerel politikalar başlıklı doktorasunı 2005'te London School of Economics'te tamamlamıştır. 1996'dan beri MSGSÜ'de ders vermektedir. Kentsel sosyal hareketler, mahalle grupları ve kentsel dönüşüm/yenileme konuları üzerine çalışan Solidarity Studio grubu üyesidir. m.c.yalcintan[at]gmail.com
Erbatur Çavuşoğlu
Akademisyen, Aktivist ve Müzisyen. Türkiye'de Kentleşme süreçleri başlıklı doktora çalışmasını 2004'te MSGSÜ'de tamamladı. Planlama, politika ve kentleşme üzerine 1998'de beri MSGSÜ'de ders vermektedir. Kentsel sosyal hareketler, mahalle grupları ve kentsel dönüşüm/yenileme konuları üzerine çalışan Solidarity Studio grubu üyesidir. Zardanadam Rock grubunun solistidir. erbatur[at]erbatur.com
MARINA HÄMMERLE // MODERNITY OF ECOLOGY
DİSİPLİNLERARASI KENTSEL TASARIM YÜKSEK LİSANS PROGRAMI
KONFERANS
Architecture in Vorarlberg - a sign of civic pride
MODERNITY OF ECOLOGY
MARINA HÄMMERLE
Vorarlberg Architecture Institute
Tarih: 01 NİSAN 2010, PERŞEMBE
Saat: 17.00
Yer: TAŞKIŞLA, 213
Marina Hämmerle (Mimar) _ Kısa Biyografi
1960 Lustenau, Avusturya doğumlu. 1978-1987 yılları arasında Viyana Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksekokulu (Hochschule für Angewandte Kunst Wien)'nda Uygulamalı Sanat, İç Mimari ve Mimarlık eğitimi aldı. 1987-2005 yılları arasında çeşitli mimarlık ofislerinde proje yürütücülüğü yaptı, Viyana'da, Asturia'da (İspanya) ve Vorarlberg'de kendi mimarlık atölyesini kurdu ve proje gruplarıyla çalıştı. 1999-2005 yılalrı arasında Vorarlberg Merkezi Mimarlar Birliği'nin yürütme kurulu üyeliği, 2002-2005 arasında Başkanlığını yaptı. 2009 yılından beri Viyana'da Başbakanlık Yapı Kültürü Komisyonu Danışma Kurulu üyesidir. 2005 yılından beri Vorarlberg Mimarlık Enstitüsü (VAi_Vorarlberger Architektur Institut)'nün direktörlüğünü yürütmektedir.
"Ansichtsexemplar" is the main topic of Architekturtageprogramm 2010 http://www.architekturtage.at/2010
Vorarlberg Architecture Institute
http://v-a-i.at
Habermas, Jameson, Mcleod Üzerinden Sorular
'Küçük insan'ın şehirle imtihanı
Ortadoğu'da kent ve yoksulluk üzerine çalışmaları olan Asef Bayat'la kent, modernite ve yoksulluk üzerine söyleşi..
Baudrillard'ın Beaubourg Metni Üzerinden
Baudrillard Beaubourg(Pompidou Kültür Merkezi) için ‘Kültürel Caydırıcılık Anıtı’ tanımını yapıyor. İnsanların Beaubourg’e giderek ‘kültürün insani bir şey olduğuna dair o eski senaryonun aslında ölmüş bir kültürün yasını tutmak gibi keyifli bir olaya katılmaya davet edildiklerini’söylüyor. İnsanların davete koşa koşa giderek ‘yüzlerce yıldır onları bıktıran bu kültür karşısında salya akıtmak değil, her zaman nefret etmiş oldukları bir kültürün yasını tutma fırsatını kitleler halinde ilk kez ellerine geçirmiş olmalarına’ bağlıyor.
Ve bu bağlamda Kültür Merkezi’nin iç mekanları(müze-Beaubourg’un) ile dış görüntünün(iskelet-Beaubourg’un) arasındaki bir zıtlıktan bahsediyor:
‘Bu görüntüsüyle her türlü geleneksel zihniyet veya anıtsallık yaklaşımını değiştirebilecek güce sahip olan bu bina, içinde yaşadığımız çağın bundan böyle asla süreye bağımlı olmayacağını; sahip olabileceğimiz tek zaman anlayışının, hızlandırılmış bir yinelenme ve yeniden-yinelenme, devre ve transit akışkanlar şeklinde olabileceğini haykırmaktadır... Müze-Beaubourg, bu olguyu gizlemeye çalışırken iskelet-Beaubourg bunu yüzümüze haykırmaktadır. Zaten iskeletin bu kadar güzel ve iç mekanlarında gerçekten bu kadar başarısız olmasının nedeni budur. Kültürel üretim’ ideolojisi denilen şey her türlü kültürün antitezidir; tıpkı görsel ve çok işlevli mekan antitezi olması gibi, zira kültür ‘sır, ayartma, öğreti, gelişmiş bir ritüelle kısıtlı bir simgesel bir değiş tokuş alanıdır. Hiçbir şey bunu değiştiremez. Kitlelerin ve Beaubourg’un hoşuna gitse de gitmese de bu böyledir.’
İskelet-Beaubourg
Müze-Beaubourg
Bu bağlamda Türkiye’de ilk üç sırayı paylaşan siyasi partilerin son 4-5 sene içinde kullanıma açtıkları genel merkez binaları hakkında neler söylemek mümkün olabilir? Bu binalara bakarak neleri gizlediğimizi, neleri ortaya koymakta çok cesur davrandığımızı söyleyebiliriz?
AK PARTİ Genel Merkez Binası için: http://www.arkitera.com/h17516-36-milyon-ytl-lik-genel-merkez.htmlhttp://www.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=17471&month=5&year=2008&month=4&year=2008
CHP Genel Merkez Binası için:
http://www.atabasmimarlik.com/yonetim/chp.html
MHP Genel Merkez Binası için:
http://www.alparchitects.com.tr/proje_detay.asp?id=3
Yaşadığımız ülkenin modernleşme sürecinde(salt cumhuriyet modernleşmesinden değil daha eskileri de kapsayarak) simülakr ve simülasyon tanımları üzerinden neler söylenebilir?
Yine Baudrillard’in Beaubourg üzerine söyledikleri bağlamında düşünüp bugüne bakarak benzer bir Beaubourg simgesi bulmak istesek ilk anda aklımıza gelen simge yapı-yapılar hangileri olur?
soja ışığında...
2. Mekan, toplumun ve baskın sınıfın isteklerinin yansıması olduğuna ve kentin en alt birimi de konut olduğuna göre, bu bağlamda, Türkiye'nin tüm kentlerinde yükselmiş ve halen yükselmekte olan TOKİ uygulamaları nerede durmaktadır? Bu durumda, her yerde karşımıza çıkan bu "dehşet verici" kitleler nasıl yorumlanmalıdır?
3. Harvey'den yola çıkarak, günümüzdeki İstanbul'un gelecekteki sosyal süreci -bir anlamda- nasıl belirlediği düşünülebilir? Kapitalist kentlerin yarattığı adaletsizlik ve haksızlık durumu giderek artmaya mahkum mu? Günümüzde kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilen projelerin asıl amacı bu değil mi, halka iyi birşeymiş gibi yansıtılan "soylulaştırma"nın ta kendisi bu değil mi?
İki Yönlü Arzu: sanat - aktivizm
Sunday, 28 March 2010
Saturday, 27 March 2010
ideolojik kentleşme
http://demiryoluhukuku.com/2010/kulturun-yok-edildigi-tarihin-katledildigi-baskent-istanbul-2010/
Friday, 26 March 2010
non place
Thursday, 25 March 2010
Süngüsüz Cami: İdeolojik Camiden Kamusal Camiye
Wednesday, 24 March 2010
UYKU[suz], 30 Mart'ta iki KENT MUHALİFİNİ ağırlıyor...
murat cemal yalçıntan / erbatur çavuşoğlu
30.03.2010
18.00
taşkışla- 134
Düğümküme Toplantıları 02:
Yer: Garanti Galeri – Platform Garanti
Tarih: 06 Nisan 2010 Salı 19:00
DESIGNboom
İthal sergiler İstanbul'a ne katıyor?
Tuesday, 23 March 2010
Kentleşmenin (endüstriyelleşmenin) ardından kente göçenlerin yarattığı kendi yaşam/barınma mekanlarının, Certeau’nun ‘taktik’lerivari bir şekilde oluşması ile kentin mekansal ve toplumsal olarak karmaşıklaşması, sermayenin gücünün sadece mekanı kendi istekleri doğrultusunda yaratması/oluşturması ile kalmayıp öngörülmeyen mekansallaşmalara da yol açmıştır. Ancak bugün dolaylı olarak sermayenin yarattığı bu mekanlar gene sermaye için yokedilip yeniden inşa edilmek istenmektedir.
Bu yaklaşım ile ele alınan sadece konut alanları değildir. Sokaklar (yol ve kaldırım birlikteliği) kentlinin ulaşım araçlarından biri olarak değil yerel yönetimlerin kar aracı olarak görülmekte ve yollar otoparklarla, kaldırımlar/yaya yolları reklam panoları vb. ile işgal edilmekte veya kentliyi önplanda tutmayan tünel/köprü/altgeçit/üstgeçit gibi sözde mekansal çözümlere gidilmektedir. Kent içindeki boş araziler de toplumsal ve kentsel paylaşım alanları olarak (park, tiyatro, opera, kütüphane vb.)değil rant araçları olarak görülmekte ve bu doğrultuda (alışveriş merkezi, residence vb.) kamuya kapalı mekanlar olarak üretilmektedir.
Bu (Soja’nın terimleriyle) postendustriyel/postfordist mekan üretiminin tetiklediği kent ve kentli kavramları, çok çeşitli şekillerde katmanlaşmakta ve İstanbul 'postmetropolis’ini toplumsal bir üretimin mekanı olarak değil, sermayenin mekanı olarak oluşturmaktadır.
kent(d)ine eleştirel bir bakış
Alkazar, iğne ve çuvaldız.
“Aidiyet, mekanın zamana karşı zaferidir.”
Certeau’nun bu sözündeki gibi gerçekleşmesini umardık Alkazar’ın varoluş mücadelesinin de. Yani zafer kazanmasını... Bireylerin hayatta kalmak için gösterdikleri çabanın yanında kurumların da stratejilere ihtiyacı olduğuna dair acı bir örnek Alkazar.
“Taktikler bize aklın, günlük mücadelerden ve bu mücadelelere eklenen zevklerden ayrı düşünülemeyeceğini gösterirler. Oysa stratejiler, ait olunan bir mekan ya da bir kurum aracılığıyla korunan ve onları bu biçimde destekleyen erkle ilişkilerini, nesnel hesaplar ardına saklarlar.” diyor Certeau.
İstiklal üzerinde ilk rastladığımız Fitaş Sineması gibi Hollywood filmlerinden seçkiler sunmak adına oda büyüklüğünde salonlarda gösterim yapmak, seçimlerini film kalitesine göre değil popüler kültür ve reklam endüstrisinin dayattığı bir beğeni algısına göre seçmek, hatta izleyiciye sunulan yiyecek seçeneklerinde bile tercihlerini marka kültürü üzerinden yapmak, bir strateji gibi algılanabilir.
Seçimlerinin kalitesinden ödün vermeden “biz sanat sevicileri”ne yönelik filmler seçmek, hala frigo satmak, festival filmlerini sunmak ve böylece “gazete ve dergilerin toplamda taş çatlasın 5000 kişinin birbirine yazdığı kamusal mektuplar olduğu bir yerde” ve “şehirli orta sınıf kuşağında ortaokulda leman okuduktan başlayan ve sonra aynı festivaller, aynı konserlerle devam eden küçük bir kitleye” yönelik tercihleriyle ayakta durmaya çalışmak, bunu sürdürebilmek içinse bazen ilgisiz Holywood yapımlarından medet ummak ise bir taktik oluyor bu durumda. Ancak yaptığından keyif aldığın bu noktada, bir sinema sahibi olarak seni de tüketiciye döndürüyor bu durum, zira kapitalizmin dayattığı herşeye karşı “küçük” ve naif hayallerini, kendi beğenilerini zevkle sunuyor oluyorsun. Ve elbette buna müsaade etmiyor ekonomik sistem. Değişen beklentiler, “az”ı,”azınlığı yeniyor. “Less is more” değil miydi oysa?!
Gündelik hayatın zorluklarından sıyrılmak adına müthiş bir kaçış yolu olarak sinemaya kaçan, Alkazar filmleriyle büyümüş bir kuşak da, kente dair önemli aidiyetlerinden birini kaybetmiş oluyor böylece. En acısı, farkında olmadan-belki de olarak- kent de kendi hafızasını yitiriyor... Yüzlerce bireyselleşmenin kamusal alanda gerçekleşmesini sağlayan sinema mekanı da yenilenerek yeniliyor; artık milyonlarca örneğine rastlayıp şaşırmadığımız gibi. Augé’nın adını koyduğu “olmayan yerler”e alışmakta sıradan insan, hiç sahip olmadığı için kimliği ve tarihi olan bir mekanı kentinin kaybettiğinin de farkında olmadığından, yaşadığı kente ait olmayı da unutuyor günden güne... İçinde olduğu kent ve dışında olan aynılaştıkça, sınırlar kalkıyor belki ama bu aidiyet globalleşmenin söylediği büyük bir yalana dönüşüyor aslında.
Edward Soja’nın globalizmin şekillendirdiği cosmopolisinde, C’nin (Aylak Adam) bahsettiği gibi etkisinde 10 dakika kalacağı filmleri evinin salonunda ya dvd player’dan, ya da bilgisayarından 2+1 hoparlörlerinden dinleyerek izliyor olacak kentli. Arada çalan kapı, cep telefonuna gelen mesaj izlediği ne olursa olsun bu dünyadan 10 dakikalığına dahi koparamayacak onu, ve farkında olmadan eksik kalacak aslında. 3d gözlüklerini takıp izlediği animasyonlar avutsun yeni izleyiciyi... Simülasyonlar üzerine kurulan bir kentte de bu yakışır yeni kentliye...
Yine de, “elimizden geleni yapıyor muyuz kentin kimliğini ve hatta kendimizinkini korumak için?” diye sormak gerek belki de. Kanat Atkaya’nın dediği gibi, “aylak adam affetsin bizi...”
...saatine baktı: dört buçuğa beş vardı. "eve gidip okusam." durağa yürüdü. "bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. kocaman sinemalar yapmalı. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. iyi bir film görsünler. sokağa hep birden çıksınlar..." kafasından geçene güldü. duraktakiler dönüp baktılar. kadının biri kaşlarını çattı. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. " ne adamlar be. güldüysem güldüm, size ne?" duramadı orda, yürüdü. eve gitmeyecek. içindeki sinemadan çıkmış kişiyi öldürdüler...
(Atılgan, Yusuf, Aylak Adam, YKY, 2000)
Monday, 22 March 2010
"çok" bir kent
Kentli olmak bir düştü “taşradan” gelen için, bir umuttu, bir misillemeydi hayata karşı. Nihayet öne çıkabilmekti belki de. İstanbullu olmak, onun bir parçası olabilmek, koca ülkenin en önemli kentinin, başkentten bile önemli kentinin bir parçası olmak, en az onun kadar önemli olabilmekti. Masalın geçtiği kente gelince, masal kahramanlarından biri oluyor olmak, her an herkesin bahsettiği kahraman olma ihtimalini taşıyordu, İstanbullu olmak bu yüzden değerliydi belki de en çok. Bu yüzden toplandık burada. Kentli olmak demek, başka bir şey idi, bugüne dek sahip olduklarını bir yana koyup bir başkalığa kavuşmak idi, umuttu her şeyden önce, her şeyin başka olabilme umuduydu kentte olmak, kentli olmak, İstanbullu olmak.
Bunlar geliyor önce insanın aklına. Etrafa şöyle bir bakılınca, otobüste, yolda, markette, okulda yığınla insana bakılınca, bu insanlar niye burada diye sorulunca ilk bunlar geliyor, bir türlü de gitmiyor.
Hiçbiri buralı değil aslında, ama bir o kadar da buralılar. Mardin’de doğmuştur ama onun sokaklarını bilmez İstanbul’un metrobüsünü bildiği kadar, Trabzonludur ama balığı ilk Eminönü’nde balık-ekmekçilerde tanımıştır. Öyle garip aidiyet hikayeleri vardır burada. Çünkü doğduğu yer her zaman tarif etmez insanın nereli olduğunu, bu yüzden aslında her nüfus kağıdı biraz yalancıdır, kendini ait hissettiği yerdir bir insanı oralı kılan, orayı da o insanla kılan.
Kalkıp kalkıp gelmek, bir umudun peşine düşüp de bu çokluğun kentine gelmek ve onun çoklarından biri olmak sonra bu çok olmaya da bu çokluğa da alışmak, daha da çoğaltarak, hatta tüketirken daha da çoğaltarak ayrılamamak var galiba tüm bu etraftaki yüzlerin altındaki hikayede.
O hikayelerin kurduğu bir çevrede yaşanıyor bugün. İstanbul, hala umudun mekan haline geldiği bir kent oalrak sarıyor yaşayanlarını; Harvey’in mekansal biçimler toplumsal süreçleri içerir ve toplumsal süreçler esas olarak mekansaldır dediği şey biraz da bu sanki.
Bu noktada belki biraz daha gerilere gidilmeli, o gerilerde olanlara biraz daha bakılmalı, o gerilerde olanın görülebileceği araçlar seçilmeli. Mesela Halit Refiğ’in 1964 yapımı Gurbet Kuşları filmine, bu filmden İstanbul’un bugüne ulaşmasındaki sürecin başına dair izlere bakılmalı.
Siyah beyaz bir İstanbul’a göçün hikayesi olan bu film İstanbul’un “çok”luğunun farkına varan Maraşlı bir ailenin varını yoğunu bırakıp, masalın ana kahramanı olma umuduyla geldikleri İstanbul’da yaşadıklarını anlatır. Onların İstanbul’un “çok”luğunun bir parçası olma böylelikle “çok”luğun içinde önem kazanma umudu gözlemlenir filmde. Eski İstanbul’a bakmak bile aslında çok şey anlatır bu sırada. Siyah-beyazdan renkli zamanlara geçerken yitirilenler hemen göze çarpar.
Filmde “taşra”dan gelmek, Filiz Akın’ın oynadığı, “doğma büyüme İstanbullu” genç kız karakteri tarafından aşağı görülen, pis bir şeydir, “onlar” gelmemeli, İstanbul İstanbullulara bırakılmalıdır.
Ama ki “onlar” gelmiştir ve bugüne ulaşılmıştır. Ve dünün izi takip edildiğinde bugün hala bir “onlar” telaşı sürmektedir. Mademki geldiler, yerleştiler, o halde kentin merkezinden bari uzak dursunlar gibi bir çaba vardır bugün de.
Ama ki bu kent tüm bunlara rağmen gene de eğlenceli bir kent, asla tekdüze değil. Çünkü o kadar çok çeşit insan barındırıyor ki içinde, bu yüzden bu kadar tüketilmesine rağmen azalmıyor. “Çok”luğun içinde “az”lığı belli olmasın diye bir umutla gelip tutunmaya çalışanların, tutundukları yeri silseler de tutunmaya devam edenlerin kenti olarak ayakta kalıyor. "Çok" bir kent böyle böyle yaşam mücadelesine devam ediyor.
David Harvey'den güncel ekonomik kriz konuşması
Defalarca dinlenmesi/izlenmesi yararlı olabilir.
http://davidharvey.org/2009/07/the-crisis-now/
Sunday, 21 March 2010
bloglararası yolculuk.
ben moonfable adlı yazarım burada. :) Daha çok i.d. yürütüyor gibi. Konu hep mimarlık değil, edebiyat, hayat, sanat... Ama keyif alıyoruz biz. Paylaşmak istedim.
Wednesday, 17 March 2010
kent okumalarindaki sureklilik...
Bir yandan markist dusunce/elestiri pratiginin kent/kentli baglaminda yerlesmesi, bir yandan da beseri bilimlerde KENT calismalarinin gelistirilmesinde, kent calismalarindaki farkli yaklasimlarda, bu calismalarda, kentlinin one cikisindaki rolleri kritik onemde...
3 okuma isiginda, kritik sorumuz su:
'kendi kentinizde kentlinin yeri nerede? nasil bir kentli ve kentlilesme profili var?'
ABDdeki sosyal celiski,ler uzerine..
on the decline of the american dream...
UYKUsuz, 23.03.2010
aslı şener içinsel, burcu serdar köknar, candan çınar, didem ateş mendi, hayriye sözen, tomris akın
23 mart salı, 17.30
taşkışla, 134
Tuesday, 16 March 2010
Lefebvre'nin kent sorunsalı üzerine düşüncelerine dair...
banker kastelli
bu arada milli tarih blogunu herkese tavsiye ederim. eski gazete ve dergilerden zaman zaman çok çarpıcı haberler olabiliyor. hatta acaba çizgisel değil de döngüsel bir tarihi mi yaşıyoruz diye düşünüyorum bazen.
Tepedekiler ve Yerdekiler
Ne kadar tasarlanmak istense de gündelik hayat, tasarlanamıyor. Tepeden çeşitli iktidarların onu şekillendirmek adına verdiği büyük kararlar, uyguladığı stratejiler yere indiğinde farklılaşıyor. Yerdeki insanlar yerin coğrafyasından olsa gerek daha farklı bakıyorlar bunlara. Yukarıdakiler fazla tepede olduklarından galiba ne yaşandığını göremiyorlar bu yüzden de şekillendirmek istedikleri hayat ile yerdeki hayat birbirini tutmuyorlar. Yer ölçeğinde, o 1/1 ölçeğin bilgisinde tepeden gelen o stratejilere karşı insanlar taktiklerle cevap veriyorlar. Stratejilerin gücü iktidar mekanizmalarından gelirken, taktiklerin gücü gündelik olandan yani kendiliğinden olandan geliyor. Bu yüzden ki taktikler mekansız, mülksüz dolanıyor etrafta. Tahmin edilemiyor. Her durum için yeniden üretiliyor. Bu gevşeklikle dolanma özgürlüğüne kavuşuyor taktikler. Stratejiler ise büyük söylemler olduklarından, katı bir biçimde hareket özgürlüğü olmadan ancak iktidarın minik hapları olarak susuz sunuluyor insanlara. Ama gündeliğin o kendiliğinden gelişen ritimsiz ritmine uzak olarak üretilen stratejiler ve gündelik arasındaki bu ilişkiyi seyretmek giderek komikleşiyor.
Gündeliğin içine bakılınca önce sokak halleri çarpıyor insanı. Planlarda, kesitlerde çizilen sokaklar ile alakası olmayan bu sokak halleri sesleriyle, kokusuyla, renkleriyle tam anlamıyla yaşıyor. Orada yaşanacakları planlamak mümkün değilmiş gibi geliyor. çünkü bir kağıdın üzerinde planlananın ötesinde olduğunu vurguluyor o sokaklar. Cıvıl cıvıl olmak deyiminin ne olduğunu özellikle bazı çevrelere bakınca daha net anlıyor insan. Bakırköy’de ya da Mecidiyeköy’de olmanın cıvıl cıvıllığının farklılığı da bu noktada daha da başka yerlere taşıyor, kentin gündeliğinin ritimsiz ritimliliğinin her yerde başka olabileceği gerçeğini.
Oysaki gündelik hayatı, kendiliğinden kılan onun bir türlü planlanamamasını sağlayan kişiler bu aynı karede yığınla farklı kimsenin buluşabilmesinin dinamiği oluyor.
Tüm bunların yanı sıra bu sıra gün-demde olan, bir konu var. Yıllardır bağırarak bir şey satma telaşında olan pazarcıların, sesini kısmak ile ilgili bir karar tasarısı yenilerde mecliste onaylanmış ve bundan böyle artık pazarların sessizleşmesi ve renksizleşmesi amaçlanıyor. Pazarlarla örtüşmüş “gel vatandaş, geel, domatese geel..” sözleri artık çöpe atılacak, bir süpermarket ortamına dönüştürülecek pazarlar yavaşça, ve aynılaştırılacak, yasa bunu açık açık demese de altyazıda bunlar kolaylıkla okunuyor.
Geçenlerde bu yasa ile ilgili haber yapmaya giden bir kanal pazarcılara bu kötü haberi verdiğinde ise, pazarcılar, hükümet bize bağırma diyor, biz de şarkı söyleriz gibisinden bir cevap alıyor ve o andan itibaren bilinen tüm pazar replikleri anında bestelenip dinleyicilerine sunuluyor. Melodili bir şekilde, pazardan aldım bir taneeee…eve geldim bin taneee.. sözleri söyleniyor bir yandan, diğer yandan ise kovalara vurularak ritim tutuluyor, ve birden eskisinden daha dikkat çekici bir ortam oluşuyor. Devletin tepeden inen bu stratejisine karşı üretilen bu taktik gündeliği bambaşka kılıyor. Eğer ki yasa ciddi bir biçimde uygulanmaya başlarsa, bol şarkılı günler bizleri bekliyor.
Taktikler stratejilerle var oluyor ve stratejiler gündeliği aslında taktikler aracılığı ile “tasarlıyor”. Tabii bu “tasarım” asla bir stratejinin arzuladığı gibi olmuyor. 1/1 ölçekte kendiliğinden üreyen bir tasarım nasıl tahmin edilemez, planlanamaz olursa öyle oluyor. Tepeden müdahaleler yerdekilerce başkalaştırılıyor, bu noktada en komik olan ise, tepedekilerin bu başkalaşmayı göremeyecek kadar tepede olması oluyor.
Muhalif Bir Dil Olarak Belgesel: fatih pınar
Fatih Pınar
17 Mart 2010 Çarşamba
11.00
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (Fındıklı Kampüsü), Mimarlık Fakültesi Video Konferans Salonu
Fatih Pınar, "1998 yılından bu yana aylık yayınlanan Coğrafya dergisi ATLAS için fotoröportajlar üretiyor. Sosyal, kültürel ve politik konular üzerine yoğunlaşan Pınar’ın 20 farklı ülke ve Türkiye’den 90’ın üzerinde ana konusu ATLAS dergisinde yayımlandı. Bu çalışmalarından yirmisi kapak konusu, dördü özel ek olarak yayımlandı. Özellikle Anadolu’da ve Ortadoğu’da yaşayan halklar üzerine yoğunlaşan Pınar, modernleşme süreciyle kaybolmaya yüz tutan kültürleri belgelemeye ve egemen kültürün yaşamın dışına itip görmezden geldiği hayatları gösterebilmeye çalışıyor. 2002 yılı nisan ayında ikinci intifada’nın ilk günlerinde Filistin’e gitti. 2003 yılında Irak işgalini fotoğrafladı. 2005 yılında NTVMSNBC haber portalı için İstanbul üzerine 11 multimedya çalışması foto-röportaj üretti. Halen Bianet haber portalı için İstanbul’un yenilenecek olan semtlerini belgeleyen bir fotoröportajlar serisi yapıyor. Bu çalışmalarını ses kayıtlarıyla eşleştirerek multimedia tarzında hazırlıyor."
Monday, 15 March 2010
art-a kalanlar
re-mapping / sound mapping
turizm mekanları: tüketim mekanları
Turizm mekanları, “kişinin kendisine ait olmayan bir dünya ile geçiciliği önceden kabul edilmiş bir aidiyet ilişkisi kurmasına olarak” sağlayacak bir biçimlerde tasarlanmaktadır.* Bu ilişki tüketici ile popüler imajların kopyaları arasında kurulmaktadır. Popüler imajların beslendiği tarihsel ve yerel nesneler popüler kültürün tüketim nesnesi olarak tüketiciye sunulmaktadır. Böylece, turizm mekanları tüketim nesnesi olarak pazar değerini etkileyen bir unsur haline gelmektedir.
Yerellik, tarihsel imaj gibi kavramları satın alan “turistik mekan üreticileri” tüketiciye sürekli yeni imajlar sunmakta ve bunu sürekli yapmak zorundadır. Çünkü popüler kültürün bir nesnesi haline gelen bu imajlar tüketicinin hızla değişen “zevkleri, istekleri, beklentileriyle” paralel olarak hızla eskimektedir. Ve bu eskime fiziksel eskimeden çok daha önce gerçekleşmektedir.
Peki bu arz – talep arasındaki ilişkisi bozulduğunda ne olacak?
* Altun, S. ve İnceoğlu M., 2006. Tatil amaçlı konaklama tesislerinde zamana bağlı değişim, itü dergisi/a, mimarlık, planlama, tasarım,C:5, S:2 ,K:1, 91-96.
ekümenopolis; gelecekte bütün kentlerin, megapollerin kuşaklar halinde birleşip tek bir şehir oluşturacağı düşüncesi aslında farklılıklar üzerine kurulduğunu düşündüğüm bütün mekansal algımın yok olmasına neden oluyor. mekan üretiminin, mekan türlerinin birbirine bağlanması üzerinden kanıksanması olası mı? kanıksanması ne demek?
ya da
le febvre yıkımın eyleminin insan yaşamını maksimum seviyede etkilediği bir dönemde mekanın üretiminden söz ediyorsa, biz yapım eyleminin maksimum seviyede kontrol edilemediği bir dönemde hangi kavramdan bahsedeceğiz?
Sunday, 14 March 2010
Gelde İçme Birahanesi
MY FEELINGS TOWARDS THE SOCIAL SPACE OF A TRANSVESTITE BAR
Gelde İçme Birahanesi is a small bar located at the edge of Tarlabaşı in Kamer Hatun Sokak, very close to the Nevizade area. It even seems to be one of the ‘borderposts’ at the felt frontier between the two areas. Apparently it forms one of the most important meeting points for the local transvestite community. On the weekends and in the evenings it is usually quite crowded, however its guests all belong to the community. They form a distinct, parallel society that does not seem to interact much with the mainstream society which is having one of its main party areas just a few metres away.
I pass the place very often, since it is located on my way home coming from
This combination of two feelings I have regarding Gelde İçme, the attraction towards it, and at the same time the feeling of a border impossible to pass, evoke a tension in me. It feels distant and near at the same time. No doubt, there is an ambivalent poetic.
Lefebvre approach to a new seeing of space was to interlink the traditional dual gap between the mental space and the real physical space, thus introducing the concept of social space.
I see my two spatial feelings towards the Gelde İçme just in this way. And I can clearly feel the two dual spaces: the real physical place and my feelings towards it, and the mental space constituted by a border I feel I cannot pass. These two form the social space of Gelde İçme, and my perception of it.
To be continued once I dare to visit Gelde İçme Birahanesi
MICHEL DE CERTEAU
Saturday, 13 March 2010
LefebVre - Açık Şehir
Mekanın üretimi, üretilmiş şehirler, ekonomik/teknik bölgeler, stratejik mekanlar, politik ürünler, politik mekanlar derken...
Bugün Açık Şehir İstanbul sergisine gitme şansı buldum. Tartıştığımız kavramlar/konular/olaylar/teoriler zihnimde biraz daha yerini buldu.
İstanbul(sulukule-göktürk), Roma, Dubai, Beyrut örnekleri işlenmiş sergide. Çok temiz çalışmalar yapıldığını düşünüyorum ve en kısa zamanda yeniden gideceğim. Derste tartışmamız için de çok faydalı olacağına eminim.
Bilginize...
http://www.depoistanbul.net/tr/activites_detail.asp?ac=25