Monday 22 March 2010

"çok" bir kent



Kentli olmak bir düştü “taşradan” gelen için, bir umuttu, bir misillemeydi hayata karşı. Nihayet öne çıkabilmekti belki de. İstanbullu olmak, onun bir parçası olabilmek, koca ülkenin en önemli kentinin, başkentten bile önemli kentinin bir parçası olmak, en az onun kadar önemli olabilmekti. Masalın geçtiği kente gelince, masal kahramanlarından biri oluyor olmak, her an herkesin bahsettiği kahraman olma ihtimalini taşıyordu, İstanbullu olmak bu yüzden değerliydi belki de en çok. Bu yüzden toplandık burada. Kentli olmak demek, başka bir şey idi, bugüne dek sahip olduklarını bir yana koyup bir başkalığa kavuşmak idi, umuttu her şeyden önce, her şeyin başka olabilme umuduydu kentte olmak, kentli olmak, İstanbullu olmak.

Bunlar geliyor önce insanın aklına. Etrafa şöyle bir bakılınca, otobüste, yolda, markette, okulda yığınla insana bakılınca, bu insanlar niye burada diye sorulunca ilk bunlar geliyor, bir türlü de gitmiyor.

Hiçbiri buralı değil aslında, ama bir o kadar da buralılar. Mardin’de doğmuştur ama onun sokaklarını bilmez İstanbul’un metrobüsünü bildiği kadar, Trabzonludur ama balığı ilk Eminönü’nde balık-ekmekçilerde tanımıştır. Öyle garip aidiyet hikayeleri vardır burada. Çünkü doğduğu yer her zaman tarif etmez insanın nereli olduğunu, bu yüzden aslında her nüfus kağıdı biraz yalancıdır, kendini ait hissettiği yerdir bir insanı oralı kılan, orayı da o insanla kılan.

Kalkıp kalkıp gelmek, bir umudun peşine düşüp de bu çokluğun kentine gelmek ve onun çoklarından biri olmak sonra bu çok olmaya da bu çokluğa da alışmak, daha da çoğaltarak, hatta tüketirken daha da çoğaltarak ayrılamamak var galiba tüm bu etraftaki yüzlerin altındaki hikayede.

O hikayelerin kurduğu bir çevrede yaşanıyor bugün. İstanbul, hala umudun mekan haline geldiği bir kent oalrak sarıyor yaşayanlarını; Harvey’in mekansal biçimler toplumsal süreçleri içerir ve toplumsal süreçler esas olarak mekansaldır dediği şey biraz da bu sanki.

Bu noktada belki biraz daha gerilere gidilmeli, o gerilerde olanlara biraz daha bakılmalı, o gerilerde olanın görülebileceği araçlar seçilmeli. Mesela Halit Refiğ’in 1964 yapımı Gurbet Kuşları filmine, bu filmden İstanbul’un bugüne ulaşmasındaki sürecin başına dair izlere bakılmalı.

Siyah beyaz bir İstanbul’a göçün hikayesi olan bu film İstanbul’un “çok”luğunun farkına varan Maraşlı bir ailenin varını yoğunu bırakıp, masalın ana kahramanı olma umuduyla geldikleri İstanbul’da yaşadıklarını anlatır. Onların İstanbul’un “çok”luğunun bir parçası olma böylelikle “çok”luğun içinde önem kazanma umudu gözlemlenir filmde. Eski İstanbul’a bakmak bile aslında çok şey anlatır bu sırada. Siyah-beyazdan renkli zamanlara geçerken yitirilenler hemen göze çarpar.

Filmde “taşra”dan gelmek, Filiz Akın’ın oynadığı, “doğma büyüme İstanbullu” genç kız karakteri tarafından aşağı görülen, pis bir şeydir, “onlar” gelmemeli, İstanbul İstanbullulara bırakılmalıdır.

Ama ki “onlar” gelmiştir ve bugüne ulaşılmıştır. Ve dünün izi takip edildiğinde bugün hala bir “onlar” telaşı sürmektedir. Mademki geldiler, yerleştiler, o halde kentin merkezinden bari uzak dursunlar gibi bir çaba vardır bugün de.

Ama ki bu kent tüm bunlara rağmen gene de eğlenceli bir kent, asla tekdüze değil. Çünkü o kadar çok çeşit insan barındırıyor ki içinde, bu yüzden bu kadar tüketilmesine rağmen azalmıyor. “Çok”luğun içinde “az”lığı belli olmasın diye bir umutla gelip tutunmaya çalışanların, tutundukları yeri silseler de tutunmaya devam edenlerin kenti olarak ayakta kalıyor. "Çok" bir kent böyle böyle yaşam mücadelesine devam ediyor.

No comments:

Post a Comment