Tuesday, 16 March 2010

Tepedekiler ve Yerdekiler



Ne kadar tasarlanmak istense de gündelik hayat, tasarlanamıyor. Tepeden çeşitli iktidarların onu şekillendirmek adına verdiği büyük kararlar, uyguladığı stratejiler yere indiğinde farklılaşıyor. Yerdeki insanlar yerin coğrafyasından olsa gerek daha farklı bakıyorlar bunlara. Yukarıdakiler fazla tepede olduklarından galiba ne yaşandığını göremiyorlar bu yüzden de şekillendirmek istedikleri hayat ile yerdeki hayat birbirini tutmuyorlar. Yer ölçeğinde, o 1/1 ölçeğin bilgisinde tepeden gelen o stratejilere karşı insanlar taktiklerle cevap veriyorlar. Stratejilerin gücü iktidar mekanizmalarından gelirken, taktiklerin gücü gündelik olandan yani kendiliğinden olandan geliyor. Bu yüzden ki taktikler mekansız, mülksüz dolanıyor etrafta. Tahmin edilemiyor. Her durum için yeniden üretiliyor. Bu gevşeklikle dolanma özgürlüğüne kavuşuyor taktikler. Stratejiler ise büyük söylemler olduklarından, katı bir biçimde hareket özgürlüğü olmadan ancak iktidarın minik hapları olarak susuz sunuluyor insanlara. Ama gündeliğin o kendiliğinden gelişen ritimsiz ritmine uzak olarak üretilen stratejiler ve gündelik arasındaki bu ilişkiyi seyretmek giderek komikleşiyor.

Gündeliğin içine bakılınca önce sokak halleri çarpıyor insanı. Planlarda, kesitlerde çizilen sokaklar ile alakası olmayan bu sokak halleri sesleriyle, kokusuyla, renkleriyle tam anlamıyla yaşıyor. Orada yaşanacakları planlamak mümkün değilmiş gibi geliyor. çünkü bir kağıdın üzerinde planlananın ötesinde olduğunu vurguluyor o sokaklar. Cıvıl cıvıl olmak deyiminin ne olduğunu özellikle bazı çevrelere bakınca daha net anlıyor insan. Bakırköy’de ya da Mecidiyeköy’de olmanın cıvıl cıvıllığının farklılığı da bu noktada daha da başka yerlere taşıyor, kentin gündeliğinin ritimsiz ritimliliğinin her yerde başka olabileceği gerçeğini.

Çizim yaparken asla çizilmeyen insanlar görülüyor gündeliğin içinde. Bir dilenci, bir öğretmen, bir seyyar satıcı, bir işportacı, bir deli, bir bankacı, bir travesti aynı anda aynı karede yer alabiliyor. Fakat çizimde hepsi tek bir imgeye indirgeniyor. Mimarlık da aslında kendi içinde çok sağlam bir iktidar alanı olarak yer alıyor. Daha çizimle başlayan bu tepeden dünya görüşünün, bu ayrıştırmanın varabildiği noktalar, şu sıra süren dönüşüm projelerinin ana fikri haline gelmesi ise hiç de şaşırtıcı olmuyor.

Oysaki gündelik hayatı, kendiliğinden kılan onun bir türlü planlanamamasını sağlayan kişiler bu aynı karede yığınla farklı kimsenin buluşabilmesinin dinamiği oluyor.

Seyyar satıcı, dilenci, işportacı gibi sokakla daha haşır neşir olanlara bakıldığında onların stratejiler karşısında taktik üretme, bunu da mekan aracılığıyla yapma hallerine rastlanıyor. İktidarın olmadığı anları gözleyen bu kimseler, o anları, bu iktidarın çatladığı anları kendileri için kullanıyor, kendi anlık mekanlarını kurguluyorlar, üstelik bunu her seferinde gündelik olanın verdiği bilgiyi kullanarak farklı yerlerde, farklı zamanlarda yaparak taktik haline getiriyorlar. Zabıtanın olmadığı anları ve yerleri bulmak, onun gelme ihtimaline karşı organize olmak, bunu mekanını kurduğu nesnelere de yansıtmak onların en başlıca işleri oluyor. Kurnazlıkla iktidarı yenmeye değil, yalnızca onun arkasından iş çevirmeye çalışan bu insanları, iktidarın kesin, net tavrı çoğu zaman yakalayamıyor. İktidarın ancak onlar gibi eğilip bükülebilmesi gerekiyor ki onları fark etsin. Bu da çoğunlukla olmuyor.

Tüm bunların yanı sıra bu sıra gün-demde olan, bir konu var. Yıllardır bağırarak bir şey satma telaşında olan pazarcıların, sesini kısmak ile ilgili bir karar tasarısı yenilerde mecliste onaylanmış ve bundan böyle artık pazarların sessizleşmesi ve renksizleşmesi amaçlanıyor. Pazarlarla örtüşmüş “gel vatandaş, geel, domatese geel..” sözleri artık çöpe atılacak, bir süpermarket ortamına dönüştürülecek pazarlar yavaşça, ve aynılaştırılacak, yasa bunu açık açık demese de altyazıda bunlar kolaylıkla okunuyor.

Geçenlerde bu yasa ile ilgili haber yapmaya giden bir kanal pazarcılara bu kötü haberi verdiğinde ise, pazarcılar, hükümet bize bağırma diyor, biz de şarkı söyleriz gibisinden bir cevap alıyor ve o andan itibaren bilinen tüm pazar replikleri anında bestelenip dinleyicilerine sunuluyor. Melodili bir şekilde, pazardan aldım bir taneeee…eve geldim bin taneee.. sözleri söyleniyor bir yandan, diğer yandan ise kovalara vurularak ritim tutuluyor, ve birden eskisinden daha dikkat çekici bir ortam oluşuyor. Devletin tepeden inen bu stratejisine karşı üretilen bu taktik gündeliği bambaşka kılıyor. Eğer ki yasa ciddi bir biçimde uygulanmaya başlarsa, bol şarkılı günler bizleri bekliyor.

Taktikler stratejilerle var oluyor ve stratejiler gündeliği aslında taktikler aracılığı ile “tasarlıyor”. Tabii bu “tasarım” asla bir stratejinin arzuladığı gibi olmuyor. 1/1 ölçekte kendiliğinden üreyen bir tasarım nasıl tahmin edilemez, planlanamaz olursa öyle oluyor. Tepeden müdahaleler yerdekilerce başkalaştırılıyor, bu noktada en komik olan ise, tepedekilerin bu başkalaşmayı göremeyecek kadar tepede olması oluyor.

3 comments:

  1. yazıyı çok beğendim. pazarlarda bağırılmaması ile ilgili yasa tasarısı yeşil kulaklı bir filin ip atlaması kadar saçma. ayrıca bağırmanın limiti nedir? kaç desibelden sonrası bağırmak olur, ya da pazarcıların da iyi düşündüğü gibi bağırarak şarkı söylemek bağırmak sayılır mı?
    hepsinin ötesinde, kapalı alanlarda sigara içilmemesi gibi net bir yasağı bile uygulamaktan aciz olan polis ve zabıta böyle bir yasağı ne kadar başarı ile uygulayabilir.

    ReplyDelete
  2. ha bir de söylem kelimesi iki kere geçiyor yazıda, ikisinde de sanki anlamının dışında kullanılmış. pazarcının "gel domatese gel" diye bağırması bir söylem midir, yoksa söz mü?

    ReplyDelete
  3. gerçekten de bunu nasıl uygulayacaklar ben de merak ediyorum, ama bu sürecin işleyememesini de izlemek gayet eğlenceli olacak gibi duruyor daha şimdiden.
    söylem konusunda haklısın, aradan kaçmış o kelime, söz, olmalıydı. o cümleyi yeniden kurayım ben, yorumun için teşekkürler.

    ReplyDelete