“Aidiyet, mekanın zamana karşı zaferidir.”
Certeau’nun bu sözündeki gibi gerçekleşmesini umardık Alkazar’ın varoluş mücadelesinin de. Yani zafer kazanmasını... Bireylerin hayatta kalmak için gösterdikleri çabanın yanında kurumların da stratejilere ihtiyacı olduğuna dair acı bir örnek Alkazar.
“Taktikler bize aklın, günlük mücadelerden ve bu mücadelelere eklenen zevklerden ayrı düşünülemeyeceğini gösterirler. Oysa stratejiler, ait olunan bir mekan ya da bir kurum aracılığıyla korunan ve onları bu biçimde destekleyen erkle ilişkilerini, nesnel hesaplar ardına saklarlar.” diyor Certeau.
İstiklal üzerinde ilk rastladığımız Fitaş Sineması gibi Hollywood filmlerinden seçkiler sunmak adına oda büyüklüğünde salonlarda gösterim yapmak, seçimlerini film kalitesine göre değil popüler kültür ve reklam endüstrisinin dayattığı bir beğeni algısına göre seçmek, hatta izleyiciye sunulan yiyecek seçeneklerinde bile tercihlerini marka kültürü üzerinden yapmak, bir strateji gibi algılanabilir.
Seçimlerinin kalitesinden ödün vermeden “biz sanat sevicileri”ne yönelik filmler seçmek, hala frigo satmak, festival filmlerini sunmak ve böylece “gazete ve dergilerin toplamda taş çatlasın 5000 kişinin birbirine yazdığı kamusal mektuplar olduğu bir yerde” ve “şehirli orta sınıf kuşağında ortaokulda leman okuduktan başlayan ve sonra aynı festivaller, aynı konserlerle devam eden küçük bir kitleye” yönelik tercihleriyle ayakta durmaya çalışmak, bunu sürdürebilmek içinse bazen ilgisiz Holywood yapımlarından medet ummak ise bir taktik oluyor bu durumda. Ancak yaptığından keyif aldığın bu noktada, bir sinema sahibi olarak seni de tüketiciye döndürüyor bu durum, zira kapitalizmin dayattığı herşeye karşı “küçük” ve naif hayallerini, kendi beğenilerini zevkle sunuyor oluyorsun. Ve elbette buna müsaade etmiyor ekonomik sistem. Değişen beklentiler, “az”ı,”azınlığı yeniyor. “Less is more” değil miydi oysa?!
Gündelik hayatın zorluklarından sıyrılmak adına müthiş bir kaçış yolu olarak sinemaya kaçan, Alkazar filmleriyle büyümüş bir kuşak da, kente dair önemli aidiyetlerinden birini kaybetmiş oluyor böylece. En acısı, farkında olmadan-belki de olarak- kent de kendi hafızasını yitiriyor... Yüzlerce bireyselleşmenin kamusal alanda gerçekleşmesini sağlayan sinema mekanı da yenilenerek yeniliyor; artık milyonlarca örneğine rastlayıp şaşırmadığımız gibi. Augé’nın adını koyduğu “olmayan yerler”e alışmakta sıradan insan, hiç sahip olmadığı için kimliği ve tarihi olan bir mekanı kentinin kaybettiğinin de farkında olmadığından, yaşadığı kente ait olmayı da unutuyor günden güne... İçinde olduğu kent ve dışında olan aynılaştıkça, sınırlar kalkıyor belki ama bu aidiyet globalleşmenin söylediği büyük bir yalana dönüşüyor aslında.
Edward Soja’nın globalizmin şekillendirdiği cosmopolisinde, C’nin (Aylak Adam) bahsettiği gibi etkisinde 10 dakika kalacağı filmleri evinin salonunda ya dvd player’dan, ya da bilgisayarından 2+1 hoparlörlerinden dinleyerek izliyor olacak kentli. Arada çalan kapı, cep telefonuna gelen mesaj izlediği ne olursa olsun bu dünyadan 10 dakikalığına dahi koparamayacak onu, ve farkında olmadan eksik kalacak aslında. 3d gözlüklerini takıp izlediği animasyonlar avutsun yeni izleyiciyi... Simülasyonlar üzerine kurulan bir kentte de bu yakışır yeni kentliye...
Yine de, “elimizden geleni yapıyor muyuz kentin kimliğini ve hatta kendimizinkini korumak için?” diye sormak gerek belki de. Kanat Atkaya’nın dediği gibi, “aylak adam affetsin bizi...”
...saatine baktı: dört buçuğa beş vardı. "eve gidip okusam." durağa yürüdü. "bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. kocaman sinemalar yapmalı. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. iyi bir film görsünler. sokağa hep birden çıksınlar..." kafasından geçene güldü. duraktakiler dönüp baktılar. kadının biri kaşlarını çattı. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. " ne adamlar be. güldüysem güldüm, size ne?" duramadı orda, yürüdü. eve gitmeyecek. içindeki sinemadan çıkmış kişiyi öldürdüler...
(Atılgan, Yusuf, Aylak Adam, YKY, 2000)
No comments:
Post a Comment